Eskiden uzun zaman önce, artık pek hatırlayamıyorum o
günleri onurlu, dindar kiliseme bağlı bir şövalyeydim. Bulutlu o günler artık,
ama arada bir gün var ki pırıl pırıl, dün gibi sanki yeminime karşı geldiğim,
kendime, kiliseme ve sevdiklerime ihanet ettiğim o lanetli gün, dün gibi.
Karanlık rüyalarımdaydı o güne kadar, o günden sonra yaşamım oldu. Artık güneş
parlasa da üzerimde, ben kör karanlıktan bakıyorum dünyaya, sonsuz bir gölge
içinden acıyla.
Kendimi bildiğimden beri geceleri aynı rüyayı görürdüm,
karanlık ve dehşet verici. Rüyanın etkisiyle ertesi günü derin bir sessizlik içinde,
düşünerek geçirirdim. Yaşımdaki çocuklar dışarıda delicesine koşup eğlenirken,
ben odamda kafamda karanlık düşüncelerle oturur ufka doğru saatlerce bakardım.
Korkumdan gördüklerimi kimseye anlatamaz, hep içimde taşırdım. Ailem halime
anlam veremez, konuşmaya çalıştıklarında da sadece susardım. Sonunda onlar,
üzerimde bir lanet olduğunu düşünerek kiliseye verdiler beni, tanrıyla yakınlaştığımda
her şey düzelecek zannettiler, ben de öyle umdum, ama karanlık içimdeydi ve bu
benim kaderimdi kaçınılmazdı.
Kilisede eğitimimi tamamladım ve kahramanlar mabedindeki son
sınavı da başarıyla geçtikten sonra kutsanarak tanrının şövalyelerinden biri
oldum. Bu süreçte lanet rüya hiç peşimi bırakmadı, tanrıya sığınmaya çalıştıkça
daha sık gördüm, gördükçe içimde büyük bir öfke büyümeye başladı, gölgeyle
birlikte, önleyemedim.
Yirmi ikinci yaş günümün ertesi günüydü, kiliseden ilk büyük
görevimizi almış, sabah erkenden yola çıkmıştık. Yine aynı rüya hâkimdi geceme,
yüzüme çarpan Mart ayının serin bahar esintisi, gece yağan yağmurdan kalan o
enfes koku ya da yoldaşlarımın sohbetleri, hiçbir şey, hiçbir şey umurumda
değildi o sabah. Yalnızca yere bakıyordum, hissiz. Benim bu halime alışık oldukları
için arkadaşlarım her şey normalmiş gibi davranırlardı. Susarlar bazen nesi var
bunun acaba diye birbirlerine sorarlardı.
Tanrının şövalyeleri, cesaretleriyle ve korkusuzluklarıyla
ün salmışlardır. Düşmanları her zaman bu özelliklerini bilir ve onlardan çekinirlerdi.
Bu cesaret ve korkusuzluk, şövalyelerin tanrısal güçleriyle birleştiğinde,
dehşet veren bir şiddete dönüşürdü. Onların çarpışmalarına şahit olanlar,
günlerce gördüklerinin etkisinden kurtulamaz, konuşamazlardı. Tanrı adına
uygulanan bu şiddet, şövalyelerde var olan korkusuzluk ve cesaret, gücünü
yalnızca ve yalnızca tanrıdan ve tanrı sevgisinden alırdı. Kilisenin kuralları
çok katı olduğu ve tanrı adına uygulandığı için yapılanlar mazur görülür ve
hiçbir zaman ses çıkarılmazdı.
Görevimiz açıktı. Kuzeydeki eyaletlerin birinde bulunan ufak
bir köyde olanları inceleyecek, sorgulayacak birilerini bulup, başkente geri
dönecektik. Basit bir işti, köyde, garip cinayetler işlenmiş ve cinayet
yerlerinde şeytanla ilintili birtakım işaretler bulunmuştu. Bunun üzerine
kilise olaya el koymuştu. Kilisenin bu tip olaylar üzerindeki hassaslığı o
kadar büyüktü ki en ufak ipucunu değerlendirirdi, komşunuz sizi sevmiyorsa,
şeytana tapmakla suçlayabilir, bu nedenle de ertesi günü evinizin önünde
şövalyeleri bulabilirdiniz.
Kuzey eyaletleri başkente uzaklıkları ve iklim şartlarının
çok kötü olması sebebiyle gelişmesini tamamlayamamış, toprak derebeylerinin
kontrolünde, krallıktan ve kiliseden bağımsız şehirlerden oluşuyordu. Bu
eyaletler her sene krallığa belli bir miktar vergi verir bu da kilise ile
paylaşılırdı. Hem krallık hem kilise ne
kadar uğraştıysa da kuzey eyaletlerinde düzen oluşturamamış, başına buyruk bu
insanlar vergi vermek haricinde kendilerine kabul ettirilmeye çalışılan bütün
düşünceleri ve inanış şekillerini ret etmişti. Elde edilen bilgiler ajanlar
üzerinden sağlanıyor ve önlemler alınıyordu. Bunu bilen bölge insanları
güneyden gelenleri sevmez onlara devamlı şüpheyle bakarlardı. Bu yüzden kilise
tarafından gönderilen ajanların çoğundan, haber alınamazdı.
On sekiz gün boyunca kuzeye ilerledik, ilerledikçe görkemli
binalar yerlerini barakalara, geniş düzlükler de ormanlara bıraktı. Hava
soğudu, gri bulutlardan güneşi göremez olduk.
Bir süre sonra çimenlerin ve ormanın yeşil rengi yerini
beyaza bıraktı. Önceleri pamuk gibi yağan kar, sonra tipiye dönüştü göz gözü
görmüyordu. Geçtiğimiz yerde insanlar bize korkuyla, düşmanca bakıyorlardı.
Bilgi almakta zorlanıyorduk. Yaklaştığımız insanlar hemen gözden kayboluyordu.
Böylece köyün yerini zar zor öğrenip iki gün daha ilerledikten sonra olayların
olduğu yere güçlükle ulaştık.
İçimde büyük bir huzursuzluk vardı. O kadar rahatsızlık
vericiydi ki nöbet sırama kadar gözümü kırpmadım. Gözümün önünde hep o iblis,
ateşten kılıcıyla beliriyor, etrafa ölüm saçıyordu. Çok yakınındaydım onun
hissedebiliyordum. Nöbeti devraldığımda sabaha daha iki üç saat vardı yanlış
hatırlamıyorsam. Hava o kadar soğuktu ki titrememek için nefesimi tutmam gerekiyordu. Isınmak için nöbet yerinde yaktığımız ateşin
yanına sokuldum, ancak ateş alevlerini, kıskanarak vermeye başlamıştı etrafa.
Bir süre öylece durdum bilinçsizce, sonra tekrar canlandırmak için ateşi, yakacak
çalı çırpı bulmak üzere etrafta dolaşmaya başladım.
Kar ve buz hâkimdi geceye, yakacak kuru bir şeyler bulmak zordu.
Kafamda düşüncelerle oraya buraya bakınırken nöbet yerimden çok uzaklaşmışım farkında
olmadan. Kendime gelip de başımı kaldırdığımda, karşımda karanlık sessiz ormanı
gördüm. Arkamı döndüm, köye doğru bir adım attım, ormandan esen, tüylerimi
diken diken eden soğuk bir rüzgâr yalayıp geçti beni, ardından bir ışık huzmesi
zifiri karanlığı aydınlattı. Olduğum yerde kaldım, ormandan fısıltılar geliyor,
ışığın şiddeti bir yükselip bir alçalıyordu. Ormana baktım, ışıktan gözlerim
kamaştı, elimi gözlerimin önüne perde yaptım, fısıltılar yükseldi, anlamsız
kelimeler arasında ismim geçiyordu. Kılıcımı kavradım ışığa doğru yürümeye
başladım, yaklaştıkça ona ismimi daha net duyar oldum. Koşmaya başladım,
kılıcımı kınından çektim, gittikçe hızlandım daha hızlı, daha hızlı koştum.
Sonra, bir anda sol tarafımdan bir çığlık yükseldi, o tarafa baktım orman
karardı, ışık kayboldu. Kör olmuş gibiydim, daha şaşkınlığımdan kurtulamadan,
ayağım bir şeye takıldı ve kendimi soğuk kar üzerinde buldum.
Zar zor doğrulduğumda, hala hiçbir şey göremiyordum,
kılıcımı bulmaya çalıştım, göremediğim için ellerimle yeri yokluyordum. Sonunda
soğuk sert bir cisme elim deyince, bulduğumu anladım. Ayağa kalktım, soluk
soluğa kalmış, ne yapacağımı bilmeden bir o tarafa bir bu tarafa baktım. Her
yer zifiri karanlıktı, iki adım ötemdeki ağacı dahi göremiyordum. Tamamen kaybolmuştum,
herhangi bir patika, açıklık, bana dönüş yolunu hatırlatacak bir işaret yoktu.
Ayak izlerim aklıma geldi, ama bir iki saat daha vardı, günün ağarıp bana
bıraktığım izleri göstermesi için. Bu nedenle beklemeye karar verdim. Bitkin
halde olduğum yere yığıldım. Sırtımı bir ağaca dayayıp, kılıcımı kucağıma
yatırdım. Daha koşmanın yorgunluğunu üzerimden atamadan, fısıltı şeklinde ismimi
tekrar duymaya başladım. Ormanın dört bir tarafından ismim yükseliyor, esen rüzgârla
beraber daha da şiddetleniyordu. Sonra ses fısıltıdan kükremeye dönüştü,
korkunç bir sesti, ayağa sıçradım, tam
önümden şiddetli bir ışık tekrar belirdi ancak bu sefer ışıktan gelen esinti
soğuk değil sıcaktı, üstelik çok sıcak. Ateşten iki kamçı bana doğru uzandı o parlaklıktan,
ağaçların arasından, önümdeki iki ağaca yılan gibi dolanıp yerinden söktü ve
fırlattı. Ağaçlar yok olduklarında, görüşü kapattıkları alanda, o belirdi.
Korkum, nefretim, kaderim. Şoka girmiştim. Şimdi, bu anı düşününce
karıştırıyorum zaman zaman gerçek miydi yoksa rüyamıydı diye.
O günden itibaren hep öldürdüm, öldürdükçe üzerimdeki
karanlık daha da büyüdü, güçlendim. Avucumun içindeki yara hiçbir zaman
iyileşmedi. Öfke, nefret, ölüm ve kibir hayatım oldu. Artık kilisenin aradığı
şeytanın hizmetkârlarından biriydim. Geçtiğim her yerde şeytanın emirlerini
uyguluyor ona yeni kurbanlar buluyordum.
Sonradan öğrendiğime göre o küre, şeytanın dünya üzerinde
var olduğu bilinen on iki küresinden biriymiş, o nefret ve öfkeyle
tutulduğunda, kurbanın vücudunda bir kapı açarak, şeytani ruhların bedene
yerleşmesine yardımcı oluyormuş. Senelerce gördüğüm rüya ise seçilmiş
insanları, bu ritüele hazırlamak, o an geldiğinde içlerinde yeterince nefret ve
öfke biriktirebilmelerini garanti altına almak içinmiş.
O anda, senelerce, aldığım eğitim hiçbir işe yaramamış,
zayıflığımın kurbanı olmuştum. İhanetim kiliseyi derinden sarsmış, sevdiklerim,
ailem evlerini terk etmek zorunda kalmışlardı. Başarısızlığım artık
tamamlanmıştı. Karanlık büyük ve sessizdi, çok güçlü ve sinsiydi. Beni artık
ölmüş sayabilirlerdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder