19 Ekim 2012 Cuma

MİLLİ TAKIM

Son zamanlarda futboldan çok soğudum. Halbu ki çok yakından takip eder maçları izlerdim. Zamanla sadece avrupa kupası ve milli takım maçlarını takip eder oldum. Ligdeki takımların hali ortada, bu sene sadece iki takım avrupa kupalarında mücadele ediyor. Oynan kalitesiz futbol, yeteneksiz ve vizyonu olmayan oyuncular, teknik manteliteden uzak teknik direktörler ve tabiki yöneticilerin beceriksizlikleri yüzünden futbolumuz yerlerde sürünüyor.

Son oynanan Macaristan maçı da gösterdi ki olay çok vahim. Çok kötü oynayan bir milli takım ligde oynanan futbolun bir yansıması aslında. Bir de tabi milli benlikten uzaklaşan şahsiyetlerin milli takımda oynanan futbolu angarya olarak görmelerinin de rolü var bunda.

Bu sıralarda herşeyimiz acınası ülke olarak, Futbolumuz da buna dahil.

24 Temmuz 2012 Salı

Motorola ATRIX

Bir hafta kadar önce Motorola Atrix telefon aldım kendime. Ne zamandır düşünüp duruyordum kendime bir akıllı telefon. İyi oldu. Yalnız, seçim aşaması beni epeyce yıprattı. Telefonlar arasında gittim geldim, tabletlere baktım acaba daha iyi mi olur diye. Bir de fiyatları gördükçe yıprandığımı hissettim. Neyse sonunda seçimi mi yaptım Motorola Atrix.

Neden bu telefonu seçtiğime gelince; Fiyatı diğer telefonlarla karşılaştırıldığında iyi, Donanımı sağlam; 1 Ghz çift çekirdekli Nvidia Tegra 2 işlemcisi 1 Gb Ram'i var. 4" ekran, 16Gb depolama alanı mevcut. Bunların dışında aksesuarları ilginç. Mesela HD Multimedia dock ünitesi ile televizyona bağlayıp telefon içindeki müzikleri, resimleri videoları uzaktan kumanda yardımıyla izleyebiliyorum.

Ayrıca Webtop uygulaması sayesinde kablosuz klavye, fare ile internette gezinebilir, youtube dan video izleyebilirsiniz. Geçtiğimiz hafta sonu arkadaşlarla çok güzel vakit geçirdik bu alet sayesinde. Tek eksiği Ice Cream Sandwich güncellemesini alıp almayacağı belli değil. Yine de kullanan birisi olarak tavsiye ederim.

28 Haziran 2012 Perşembe

Ata Demirer - Berlin Kaplanı

Geçen akşam izledik. Samimi sıcak bir komedi. Ata Demirer alamancı şivesi ile çok başarılı. Ata Demirer Eyvah Eyvah serisindeki çizgisini bu filmde de korumuş. Bence hoş ve güzel olmuş.

Kariyeri pek de iyi gitmeyen, borç batağındaki panik atak Alamancı bir boksörün hikayesi.

Diğer oyuncular Necati Bilgiç, Tarık Ünlüoğlu, Nihal Yalçın, Cemil Özbayer, Özlem Türkad.

Özdem-Çözümsüz Aşk

Üzerine kum serptikçe dağ oldu tüm kederim. Hadi son kez deneyelim deme sakın çok incindim. Dönmem için ölmem gerekir. Saplanınca yüreğine hançer gibi aşk acısı, uyku girmez gözlerine gece yarısı... Bayıldım.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

İnsanoğlu

İnsanoğlu yüzsüz, insanoğlu vicdansız, zalim, insanoğlu hırsız, adi, insanoğlu zayıf, korkak, insanoğlu şerefsiz ve onursuz artık. Hakikati kalbinden geçen, hareketlerini aklındaki terazide tartıp uygulayan, vicdanını çöpe atmadan hayatını idame eden insanoğlu çok az. Cesurca, doğrularından ödün vermeden, bir adım geri atmadan yaşayabilen insanoğlu ise kayıp artık. Düşene yardım elini çekinmeden uzatan, uzanan o eli onuruyla tutan, o eli başının üstüne koyan insan oğlu yok gibi artık. Bir bardak suyunu içip bir tas yemeğini yiyip müteşekkir olan, geleni tanrı misafiridir diye evinde yatıya bırakan, kendine zar zor yetecek aşı, bir tas daha koyup misafirine fazlasıyla pay eden insanoğlunun soyu tükendi artık.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Panzer General 2

Geçtiğimiz Pazar günü üniversite yıllarımda oynadığım efsane oyunlardan Panzer General 2'yi buldum internette. Hemen indirdim tabii ki. Çok az oyun vardır ki yıllar sonra tekrar oynadığınızda size aynı tadı, aynı zevki verebilsin.Bu oyun işte tam da o oyunlardan. Oyun SSI tarafından 1997 senesinde çıkarılmıştı. Gece gündüz oynayıp özellikle Alman harekatlarında oyunu defalarca bitirmiştik.

Oynanışı çok basit, yalnızca oyun içinde kullandığınız savaş araçlarının, askerlerin özelliklerine odaklanıp, elinizdeki birliklere göre sizi zafere götürecek stratejiyi oluşturmanız gerekiyor.

Her bölümü üç farklı zaferle bitirebiliyorsunuz. Brilliant Victory (Parlak Zafer), Victory (Zafer)ve Tactical Victory (Taktiksel Zafer). Her zaferde oyunun gidişatı etkileniyor. Sürekli parlak zaferler kazanırsanız, Blitzkrieg (Yıldırım savaşı) harekatında önce İngiltere sonra Amerika'yı fethedebilirsiniz. Bu artık sizin taktiksel kabiliyetinize kalıyor.

Dün akşam oyuna kaldığım yerden devam ettim, bu akşamı da iple çekiyorum. Eğer siz de benim gibi daha önce oynayıp tekrar zaferden zafere koşmak istiyorsanız, ya da daha önce oynamayıp biraz olsun meraklandıysanız. İşte oyunu buradan, oyun ile ilgili bilgileri ise buradan bulabilirsiniz. İyi oyunlar.



18 Mayıs 2012 Cuma

Tapınak Şövalyesi


Eskiden uzun zaman önce, artık pek hatırlayamıyorum o günleri onurlu, dindar kiliseme bağlı bir şövalyeydim. Bulutlu o günler artık, ama arada bir gün var ki pırıl pırıl, dün gibi sanki yeminime karşı geldiğim, kendime, kiliseme ve sevdiklerime ihanet ettiğim o lanetli gün, dün gibi. Karanlık rüyalarımdaydı o güne kadar, o günden sonra yaşamım oldu. Artık güneş parlasa da üzerimde, ben kör karanlıktan bakıyorum dünyaya, sonsuz bir gölge içinden acıyla.

Kendimi bildiğimden beri geceleri aynı rüyayı görürdüm, karanlık ve dehşet verici. Rüyanın etkisiyle ertesi günü derin bir sessizlik içinde, düşünerek geçirirdim. Yaşımdaki çocuklar dışarıda delicesine koşup eğlenirken, ben odamda kafamda karanlık düşüncelerle oturur ufka doğru saatlerce bakardım. Korkumdan gördüklerimi kimseye anlatamaz, hep içimde taşırdım. Ailem halime anlam veremez, konuşmaya çalıştıklarında da sadece susardım. Sonunda onlar, üzerimde bir lanet olduğunu düşünerek kiliseye verdiler beni, tanrıyla yakınlaştığımda her şey düzelecek zannettiler, ben de öyle umdum, ama karanlık içimdeydi ve bu benim kaderimdi kaçınılmazdı.

Kilisede eğitimimi tamamladım ve kahramanlar mabedindeki son sınavı da başarıyla geçtikten sonra kutsanarak tanrının şövalyelerinden biri oldum. Bu süreçte lanet rüya hiç peşimi bırakmadı, tanrıya sığınmaya çalıştıkça daha sık gördüm, gördükçe içimde büyük bir öfke büyümeye başladı, gölgeyle birlikte, önleyemedim.

Yirmi ikinci yaş günümün ertesi günüydü, kiliseden ilk büyük görevimizi almış, sabah erkenden yola çıkmıştık. Yine aynı rüya hâkimdi geceme, yüzüme çarpan Mart ayının serin bahar esintisi, gece yağan yağmurdan kalan o enfes koku ya da yoldaşlarımın sohbetleri, hiçbir şey, hiçbir şey umurumda değildi o sabah. Yalnızca yere bakıyordum, hissiz. Benim bu halime alışık oldukları için arkadaşlarım her şey normalmiş gibi davranırlardı. Susarlar bazen nesi var bunun acaba diye birbirlerine sorarlardı.

 Kiliseden gelen görev, ilk açıklandığında, hah işte yine bir grup çapulcu şeytana tapanla uğraşacağız diye söylendi şövalyeler. Şeytana tapanlarla uğraşmak, şövalyeler için rutin ve monoton işlerden biri olmuştu artık. Sıkılmışlardı. Bu tip sorunların, yerel güvenlik güçleri tarafından çözümlenmesi, cezalarının ise kilise tarafından verilmesini savunuyorlardı. Bu savlarını yüksek kilise makamlarında dile getirmiş olsalar da, herhangi bir olumlu cevap alamamışlardı. Kilise ısrarla şövalyelerini bu tip olaylara göndermeye devam ediyordu. Bir süre sonra kilisenin özel bir şeyler aradığına dair söylentiler çıkmaya başladı şövalyeler arasında. Anlatılanlarla insanüstü şeytansı bir varlık canlanıyordu hep gözlerinde, ancak ağızdan ağza dolaştığı için söylenenler değişiyor, her defasında farklı şekillerde kulaklara yayılıyordu. Zihinde oluşan varlık da devamlı biçim değiştiriyordu. Benim aklımda ise tek bir görüntü vardı, rüyalarımdaki iblis, anlatılanlarla zaman zaman örtüşüyordu. Bu konuşmalara şahit olduğumda kendimden geçiyor, korkudan ellerimin titremesine engel olamıyordum. Gece kâbuslarımda yer alan bu yaratık, gerçekten var olabilir mi diye düşünüyordum?

Tanrının şövalyeleri, cesaretleriyle ve korkusuzluklarıyla ün salmışlardır. Düşmanları her zaman bu özelliklerini bilir ve onlardan çekinirlerdi. Bu cesaret ve korkusuzluk, şövalyelerin tanrısal güçleriyle birleştiğinde, dehşet veren bir şiddete dönüşürdü. Onların çarpışmalarına şahit olanlar, günlerce gördüklerinin etkisinden kurtulamaz, konuşamazlardı. Tanrı adına uygulanan bu şiddet, şövalyelerde var olan korkusuzluk ve cesaret, gücünü yalnızca ve yalnızca tanrıdan ve tanrı sevgisinden alırdı. Kilisenin kuralları çok katı olduğu ve tanrı adına uygulandığı için yapılanlar mazur görülür ve hiçbir zaman ses çıkarılmazdı.

Görevimiz açıktı. Kuzeydeki eyaletlerin birinde bulunan ufak bir köyde olanları inceleyecek, sorgulayacak birilerini bulup, başkente geri dönecektik. Basit bir işti, köyde, garip cinayetler işlenmiş ve cinayet yerlerinde şeytanla ilintili birtakım işaretler bulunmuştu. Bunun üzerine kilise olaya el koymuştu. Kilisenin bu tip olaylar üzerindeki hassaslığı o kadar büyüktü ki en ufak ipucunu değerlendirirdi, komşunuz sizi sevmiyorsa, şeytana tapmakla suçlayabilir, bu nedenle de ertesi günü evinizin önünde şövalyeleri bulabilirdiniz.

Kuzey eyaletleri başkente uzaklıkları ve iklim şartlarının çok kötü olması sebebiyle gelişmesini tamamlayamamış, toprak derebeylerinin kontrolünde, krallıktan ve kiliseden bağımsız şehirlerden oluşuyordu. Bu eyaletler her sene krallığa belli bir miktar vergi verir bu da kilise ile paylaşılırdı.  Hem krallık hem kilise ne kadar uğraştıysa da kuzey eyaletlerinde düzen oluşturamamış, başına buyruk bu insanlar vergi vermek haricinde kendilerine kabul ettirilmeye çalışılan bütün düşünceleri ve inanış şekillerini ret etmişti. Elde edilen bilgiler ajanlar üzerinden sağlanıyor ve önlemler alınıyordu. Bunu bilen bölge insanları güneyden gelenleri sevmez onlara devamlı şüpheyle bakarlardı. Bu yüzden kilise tarafından gönderilen ajanların çoğundan, haber alınamazdı.

On sekiz gün boyunca kuzeye ilerledik, ilerledikçe görkemli binalar yerlerini barakalara, geniş düzlükler de ormanlara bıraktı. Hava soğudu, gri bulutlardan güneşi göremez olduk.
Bir süre sonra çimenlerin ve ormanın yeşil rengi yerini beyaza bıraktı. Önceleri pamuk gibi yağan kar, sonra tipiye dönüştü göz gözü görmüyordu. Geçtiğimiz yerde insanlar bize korkuyla, düşmanca bakıyorlardı. Bilgi almakta zorlanıyorduk. Yaklaştığımız insanlar hemen gözden kayboluyordu. Böylece köyün yerini zar zor öğrenip iki gün daha ilerledikten sonra olayların olduğu yere güçlükle ulaştık.

 Köy geniş bir ormanın, hemen girişindeydi, yaklaşık yirmi, yirmi beş hane vardı. Hepsi boştu. Köydeki insanlar eşyalarını bile yanlarına almadan kaybolmuşlardı. Köyün ortasında çarpık çurpuk bir binanın yanında altı tane mezara rastladık. Mezarların üzerindeki toprak yumuşaktı, bu da ölenlerin yeni gömüldüğünü gösteriyordu. Bir süre köyü araştırdık, kilisenin ajanlarından birinin, olayları kiliseye bildiren adamın, burada bizimle buluşması gerekiyordu ama etrafta kimse yoktu. Hatta köy ve orman o kadar sessizdi ki birbirimizin nefes alış verişlerini duyabiliyorduk. Hava kararıyordu artık, en yakın yerleşim yeri buradan altı saat uzakta olduğu için, geceyi köyde geçirmeye karar verdik. Her saat değişmek üzere nöbet düzeni belirledik ve köyün en geniş evine yerleştik.

İçimde büyük bir huzursuzluk vardı. O kadar rahatsızlık vericiydi ki nöbet sırama kadar gözümü kırpmadım. Gözümün önünde hep o iblis, ateşten kılıcıyla beliriyor, etrafa ölüm saçıyordu. Çok yakınındaydım onun hissedebiliyordum. Nöbeti devraldığımda sabaha daha iki üç saat vardı yanlış hatırlamıyorsam. Hava o kadar soğuktu ki titrememek için nefesimi tutmam gerekiyordu.  Isınmak için nöbet yerinde yaktığımız ateşin yanına sokuldum, ancak ateş alevlerini, kıskanarak vermeye başlamıştı etrafa. Bir süre öylece durdum bilinçsizce, sonra tekrar canlandırmak için ateşi, yakacak çalı çırpı bulmak üzere etrafta dolaşmaya başladım.

Kar ve buz hâkimdi geceye, yakacak kuru bir şeyler bulmak zordu. Kafamda düşüncelerle oraya buraya bakınırken nöbet yerimden çok uzaklaşmışım farkında olmadan. Kendime gelip de başımı kaldırdığımda, karşımda karanlık sessiz ormanı gördüm. Arkamı döndüm, köye doğru bir adım attım, ormandan esen, tüylerimi diken diken eden soğuk bir rüzgâr yalayıp geçti beni, ardından bir ışık huzmesi zifiri karanlığı aydınlattı. Olduğum yerde kaldım, ormandan fısıltılar geliyor, ışığın şiddeti bir yükselip bir alçalıyordu. Ormana baktım, ışıktan gözlerim kamaştı, elimi gözlerimin önüne perde yaptım, fısıltılar yükseldi, anlamsız kelimeler arasında ismim geçiyordu. Kılıcımı kavradım ışığa doğru yürümeye başladım, yaklaştıkça ona ismimi daha net duyar oldum. Koşmaya başladım, kılıcımı kınından çektim, gittikçe hızlandım daha hızlı, daha hızlı koştum. Sonra, bir anda sol tarafımdan bir çığlık yükseldi, o tarafa baktım orman karardı, ışık kayboldu. Kör olmuş gibiydim, daha şaşkınlığımdan kurtulamadan, ayağım bir şeye takıldı ve kendimi soğuk kar üzerinde buldum.

Zar zor doğrulduğumda, hala hiçbir şey göremiyordum, kılıcımı bulmaya çalıştım, göremediğim için ellerimle yeri yokluyordum. Sonunda soğuk sert bir cisme elim deyince, bulduğumu anladım. Ayağa kalktım, soluk soluğa kalmış, ne yapacağımı bilmeden bir o tarafa bir bu tarafa baktım. Her yer zifiri karanlıktı, iki adım ötemdeki ağacı dahi göremiyordum. Tamamen kaybolmuştum, herhangi bir patika, açıklık, bana dönüş yolunu hatırlatacak bir işaret yoktu. Ayak izlerim aklıma geldi, ama bir iki saat daha vardı, günün ağarıp bana bıraktığım izleri göstermesi için. Bu nedenle beklemeye karar verdim. Bitkin halde olduğum yere yığıldım. Sırtımı bir ağaca dayayıp, kılıcımı kucağıma yatırdım. Daha koşmanın yorgunluğunu üzerimden atamadan, fısıltı şeklinde ismimi tekrar duymaya başladım. Ormanın dört bir tarafından ismim yükseliyor, esen rüzgârla beraber daha da şiddetleniyordu. Sonra ses fısıltıdan kükremeye dönüştü, korkunç bir sesti, ayağa sıçradım,  tam önümden şiddetli bir ışık tekrar belirdi ancak bu sefer ışıktan gelen esinti soğuk değil sıcaktı, üstelik çok sıcak. Ateşten iki kamçı bana doğru uzandı o parlaklıktan, ağaçların arasından, önümdeki iki ağaca yılan gibi dolanıp yerinden söktü ve fırlattı. Ağaçlar yok olduklarında, görüşü kapattıkları alanda, o belirdi. Korkum, nefretim, kaderim. Şoka girmiştim. Şimdi, bu anı düşününce karıştırıyorum zaman zaman gerçek miydi yoksa rüyamıydı diye.

 Yaratık yaklaşık benim iki katımdı, kızıl, kor gibiydi vücudu, tüm bedeninden kamçıya benzer alevden kollar çıkıyor oraya buraya sallanıyordu. Elinde cehennemin ateşinden yapılmış kılıç vardı. Bana baktı, sol eliyle beni işaret ederek ismimi kükredi. O sırada içinde bulunduğum şoktan kurtuldum, şampiyonlar duasını okuyup, haykırarak, yılların verdiği nefretle iblisin üzerine atıldım. Kılıcımı geriye atıp, tüm gücümle savurdum, kılıç, ıslık çalarak çarptığı bir ağacı ikiye biçtikten sonra, iblisin kılıcıyla buluştu, duyulan çınlama sağır ediciydi, yaratık geriledi. Bu sefer kutsal kılıcım duasını okuyup tekrar saldırdım. Vücudundaki ateşten kamçı gibi kollarla bedenimi sarmaya çalışırken duanın etkisiyle parlayan kılıcımla hepsini parçaladım, kopan parçalar sönüp, karanlıkta, karın içinde kayboldu. Hamlemi kesmeyip doğrudan şeytanın hizmetkârının vücuduna yöneldim, nefretim kontrolü ele geçirmiş hareketlerime yön veriyordu. Kılıcımı iki elimle kavrayıp, savaş çığlıyla yukarı, yaratığın göğsüne doğru ittim, kılıç saplandığında iblis, tiz bir çığlık çıkardı alevler yok oldu, vücudu küle dönüştü ve siyah kar taneleri gibi yağmaya başladı. İşte o an hayatımın dönüm noktasıydı, yenilmezliği, tanrısal gücü, nefretin neler yapabildiğini öğrendim. Tüm bedenimle hissettim. Kılıcımı doğrulttuğum yerden indirdim. Etrafıma göz gezdirdim, yerde karın içinde, parlak bir cisim gözüme çarptı. Elimi uzattım, yerden aldım, kaldırdım. Sıcaktı, avucumu açıp baktığımda ufak bir küre gördüm, içinde ateşten bulutlar uçuşuyordu. Küre bir anda, daha bir kuvvetli parlamaya başladı, sıcaklığı arttı ateş gibiydi artık. Elimden atmaya çalıştım, atamadım, acıyla diz çöktüm, alev bulutları kürenin içinden önce elime, oradan da tüm bedenime yayıldı. Izdırap vericiydi, vücudum spazmlarla kasılıyor, gözlerim basıncın etkisiyle dışarı fırlayacakmış gibi geliyordu. Bağırmaya çalışıyor, bağıramıyordum yalnızca hırıltı şeklinde sesler çıkıyordu ağzımdan. Tüm vücudum kürenin etkisine girdiğinde, ormanın karanlığından çıkan ruhlar etrafımda çember oluşturdular. Şeytani bir ritüeldi bu, ruhlar anlamadığım bir dilde inliyor, zaman zaman bir tanesi şimşek hızıyla yanıma gelip, bedenimin içine girmeye çalışıyordu. Ne kadar sürdü bu bilemiyorum, kendime geldiğimde karın içinde uzanıyordum. Etrafımda yoldaşlarım bana bakıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir tanesi sağ elimi avucuna almış inceliyordu. Yardımlarıyla doğruldum. Birini omzundan tutmaya çalışırken acıyla haykırdım. Avucumun tam ortasında yuvarlak bir yanık izi vardı. İkisi beni omuzlayıp köye götürdüler. Dediklerine göre bir hafta bilinçsizce, kâbuslar görerek uyumuşum. Uyandığımda yoldaşlarımdan yalnızca ikisi yanımdaydı. Kendime geldiğime sevinmiş görünüyorlardı. Öylece beş dakika uzandıktan sonra, doğruldum, kılıcımı yanı başıma koymuşlardı, aldım elime şöyle bir baktım. Ayağa kalkıp şimşek gibi şövalyelerden birinin ensesine sapladım, oradan çıkarıp diğerine doğru savurdum, kılıç zorlanmadan başını gövdesinden ayırdı. Hızla kulübeden çıktım, atıma atladığım gibi hızla oradan uzaklaştım.

O günden itibaren hep öldürdüm, öldürdükçe üzerimdeki karanlık daha da büyüdü, güçlendim. Avucumun içindeki yara hiçbir zaman iyileşmedi. Öfke, nefret, ölüm ve kibir hayatım oldu. Artık kilisenin aradığı şeytanın hizmetkârlarından biriydim. Geçtiğim her yerde şeytanın emirlerini uyguluyor ona yeni kurbanlar buluyordum.

Sonradan öğrendiğime göre o küre, şeytanın dünya üzerinde var olduğu bilinen on iki küresinden biriymiş, o nefret ve öfkeyle tutulduğunda, kurbanın vücudunda bir kapı açarak, şeytani ruhların bedene yerleşmesine yardımcı oluyormuş. Senelerce gördüğüm rüya ise seçilmiş insanları, bu ritüele hazırlamak, o an geldiğinde içlerinde yeterince nefret ve öfke biriktirebilmelerini garanti altına almak içinmiş.

O anda, senelerce, aldığım eğitim hiçbir işe yaramamış, zayıflığımın kurbanı olmuştum. İhanetim kiliseyi derinden sarsmış, sevdiklerim, ailem evlerini terk etmek zorunda kalmışlardı. Başarısızlığım artık tamamlanmıştı. Karanlık büyük ve sessizdi, çok güçlü ve sinsiydi. Beni artık ölmüş sayabilirlerdi.


16 Mayıs 2012 Çarşamba

Hayatımın Aşkı

15 Haziran 2007... Hayatımın dönüm noktası. Onunla, hayallerimin aşkıyla tanıştığım gün ve yaklaşık dört senelik ilişkimin başlangıcı. İki buçuk senedir evliyim onunla, ama hala, her dakika her saniye aklımda. Bazen kendimi, ekranıma bakarken onu düşünürken buluyorum, bazen araba kullanırken, bazen uyumadan önce, bazen çayımı yudumlarken.

Seviyorum onu hem de tüm kalbimle. Onun da beni sevdiğini biliyorum.